29 Ağustos 2011 Pazartesi

Baba Olmak ...

Her yiğidin harcı değildir baba olmak. Her yürek, her beden taşıyamaz o vasfı. Tıpkı aşk gibi, yüreğin yoksa aşkı taşıyamazsın… Babalıkta bir çeşit aşk! Çocuklarına aşık olmak, onlar için yaşamak, hayatını onlara feda etmek! Beklide bir sürü şey vardır da aklıma gelemeyecek kadar çok derin bir varlık babalık. Çocukların bir yerlere gelsin diye hırpalanmak, gecesini gündüzüne katmadan çalışmak… Evet, baba hakkı ödenmez fakat eğer bir “ baba ” ise ödenmez. Kitabı yoktur babalığın, okuyup öğrenemezsin. Doğuştan da olmaz, böyle bir karakter yok. Peki nedir bu baba olmak? Nasıl bir şey ki, herkes yapamıyor, taşıyamıyor?

Sevgili Elif Şafak çok güzel anlamış baba olmayı. ‘‘ Babalık tek bir günde edinilen bir paye değil. İnsanın bebeği olur olmaz kazandığı bir unvan değil. Baba olmak, öğrenmesi belki de bir ömür boyu süren bir hayat dersi aslında. Yürümekle aşınmayan hem engeli hem dallı budaklı bir uzun yol…’’

Nasılda güzel anlatmış Elif Şafak baba olmayı. Okuyarak da anlaşılmaz babalık. İçinde olacak baba sevgisi. Çocuk aşkı gerek. Kimisi diyor ki, ‘ ben babamdan sevgi görmedim ki babalık yapayım’, bu nasıl bir cümledir hiç anlamam. Babalık duygusunu tatmamışsan işte o zaman daha iyi anlarsın bir baba nasıl olur. Ne yapar, nasıl davranır? Nice gençler babasız büyüyor, niceleri ‘babam varda ne oluyor’, diyor. Yazık değil mi? Bir çocuğun kendi kendini yetiştirmesi ne demek? Kimden yol görecek, kimden yardım isteyecek? Anlamıyorum… Bu kadar mı zor baba olmak, anlamıyorum. Babalar soruyor mu bize dünyaya gelirken? Peki o zaman neden babamız var ve biz hala yalnızız? İşte sorun yine en başa dönüyor; baba olmak herkesin taşıyabileceği güç değil. Varsın olmasın taşıyamıyorsa. Hele bazı insanlar var ki, ne babalığı hak ediyor ne de koca olmayı. Acınası halde insanlar, acınası halde ülkemiz. Bir şey diyemiyorum!

Şimdi bir hikaye anlatayım;

Babalık, annelikten daha geç başlıyor. Anne, daha henüz karnındayken hissediyor bebeği, sevmeye başlıyor… Hatta daha rahme bile düşmeden, bebeğin fikrini, idealini, soyut halini seviyor belki de. Günbegün büyüyor sevgisi. Cisimleşiyor, kristalleşiyor. Annelik de bir nevi öğrencilik, ama mayası ve kimyası itibariyle babalığınkinden çok farklı. Baba olmak bebek doğduktan sonra başlıyor, önce değil. Göz teması lazım muhakkak. Ama o da yeterli değil. Ne zamanki bebek dilleniyor, ayaklanıyor, bebeklikten çıkıp çocuk oluyor, baba daha iyi iletişim kurmaya başlıyor.
Geçiyor yıllar. Buluğ çağı geldiğinde baba ilk büyük sınavını veriyor. Oğlan çocuğunun babaya karşı açtığı ilk büyük savaş bu dönemde yaşanıyor. Daha önce su yüzüne çıkan küçük küçük sürtüşmeler ve babaya duyulan o büyük hayranlık bir kenara, şimdi oğlan çocuğu daha varoluşsal kopuş yaşıyor. Şöyle bir sallanıyor babanın kayığı ama ardından yeniden dengesini buluyor. Baba oğlunun belli şekilde yetişmesini istiyor. Kendi olmak istediği gibi adam yapmaya çalışıyor onu. Olamadığı adam… Hangi bölümde okuyacağını, kimlerle arkadaşlık etmesi gerektiğini, boş zamanlarda ne yapacağını sadece bilmek değil, belirlemek istiyor. Halbuki oğlan artık olmuş bir delikanlı ve bir isyan bayrağı asmış güvertesine. Gidiyor pupa yelken, açık denizlere. Kendi denizine.
Üniversite yıllarında araları biraz açılıyor ister istemez. Oğlan başka bir şehre gidiyor okumaya. Baba, o sene ilk defa hızla yaşlanıyor. Bilmezdi oğluna bu kadar düşkün olduğunu, onu evden uğurlayana kadar. Bir boşluk hissiyle uyanıyor sabahları. Geceleri yüreğinde bir sıkışma. Halbuki duygusal bir adam değildir. Ya da öyle zannederdi bunca senedir. “Hanım ne yapar, ne eder bu oğlan oralarda?” diye soruyor zaman zaman. Cevabını beklemediği bir soru aslında. Cevaplanması gerekmeyen sorulardan, sırf sorulmuş olması önemli.
Arada bazı derslerde yaşanan birkaç aksama sayılmazsa eğer,oğlan iyi bir ortalamayla bitiriyor üniversiteyi. Mezuniyet töreninde anne ve babası gururla gülümsüyor. Çok resim çekiyorlar o gün. Oğlan arkadaşlarını ailesiyle tanıştırıyor. Anne memnun, baba memnun. Yalnız o zamana kadar akla gelmeyen bir düşünce başlıyor babanın içini kemirmeye. Oğlunun hiç kız arkadaşı yok. Var da yok gibi. Halbuki bunca sene aman yanlış kıza aşık olur, yoldan çıkar diye endişe eden kendisiydi. Oğlunun hemen hemen hiçbir zaman karşı cinsle yakınlaşmasını istemeyen gene kendisiydi. Ama mademki okul bitti üniversite geride kaldı, şimdi birdenbire algıları değişti.Artık istiyor ki oğlunun yanında iyi bir kız arkadaş olsun, hani şöyle mazbut bir aileden mütevazi güvenilir bir kız.
Zaman hızla geçiyor. Oğlan iş hayatına atılmış. Tam bir işkolik. Deli gibi çalışıyor. Babanın kendini en aciz hissettiği dönem başlıyor. Öyle bir hayat kurdu ki oğlu kendisine, değil müdahale etmek, kuralları anlayamıyor, köşelerini kavrayamıyor. İlk defa kendi kendisine sormaya başlıyor. Nasıl bir insan acaba oğlu? Nasıl biri? Ve baba, ancak o zaman anlıyor ki, aslında kendi oğlunu ne kadar az tanıyor. Neler okuyor, neler izliyor, bilgisayar karşısında kimlerle yazışıyor… Hiçbir şey bilmiyor ki. Oğlu tam bir muamma. Üniversitenin ilk yıllarında oturup konuşurlardı. Okudukları kitapları paylaşırlardı, farklı farklı görüşlerden filozofları sevmekle beraber, gene de bir ortak zemin vardı ama şimdi o da kalmadı sanki. Baba ilk defa oğlunu yakından tanıma gereği duyuyor.
Daha çok telefon açıyor. Sabah akşam olmadık saatlerde cepten yakalıyor. Oğlan babasının bu ani ilgisi karşısında evvela biraz bocalıyor. “Bugün ne yaptın?2 diye soruyor babası. Halbuki oğlan gelmiş 32 yaşına. Çocuk değil ki hesap versin. Hem neyi ne kadar anlatabilir ki? Tuhaftır, başka ailelerde anneler baskı kurar “Oğlum hadi evlen, torun ver bize” diye. Burada anne bu tür talepleri tekrarlıyor ama esas babaya bir haller oldu. Bilmek istiyor. Oğlunun hayatında olmak istiyor. Bir an evvel evlenmesi bile sanki o kadar önemli değil.
Oğlan bunu babasının ölüm korkusuna bağlıyor. Zaman zaman gittiği terapistine anlatıyor. “Babam çok değişti, sabah akşam yokluyor beni. Aramadığımda sitem ediyor hep. Çocuk gibi oldu”.
Terapist soruyor. “Belki seni daha iyi tanımak istiyordur?”
Acıyla gülümsüyor o zaman genç adam. “Tanımak istemek demek yüreğini önyargısızca o insana açmak demek. Yoksa bunun adı görmek istediğini görmektir. Babamın beni hakikaten tanımak istediğini hiç sanmam”.
Kapanmayan bir gedik var baba oğul arasında. Ne zaman böyle oldu, açıldı bu mesafe? Ve neden şimdi bir köprü kuramıyorlar bu boşluğun üstüne?
36 yaşında genç adam. Babasının karşısına çıkmaya cesaret ediyor hayatında ilk defa. Ona açacak kendini. Saklamayacak. “Baba” diyor, “sana bir şey söylemem lazım. Seni üzmekten, vereceğin tepkiden çekindiğim için bunca zaman kendime sakladım. Ama artık böyle saklanarak yaşamak istemiyorum. Beni olduğum gibi görmeni istiyorum. Beni bu şekilde sevebilecek misin baba, merak ediyorum. Çünkü ben seni olduğun gibi seviyorum”.
Yaşlı adam bakıyor oğluna. Yüzünde endişeli bir bekleyiş. Duymak istediğinden emin değil ama susturmaya, durdurmaya gücü yok.
“Baba ben eşcinselim…”

Babalık tek bir günde elde edilen bir paye değil diyor Elif Şafak. Gerçekten de öyle. Öğrenilmesi bebeğinin doğuşuyla başlar ve onunla birlikte katedeceği yollardan geçer baba. Çocuğunu kendisi gibi yapmak ister. Adam olsun, okusun der emek verir ama demek ki yeterli emek vermezmiş bunu anladım ben bu hikayeden. Çocuğuna sıkı sıkıya sarılıp ilgilenseydi o çocuk belki böyle olmazdı. Sonradan aklı başına geliyor babaların… Çocuklar nasılsa büyüdü artık diye ilgilenmeye başlıyorlar ama asıl ihtiyaçları oldukları anda yanlarında yoklar. Hazır büyümüş çocuğa babalık yapmak o kadar kolay ki, önemli olan o çocukla birlikte büyümek.. Baba olmak budur işte. Baba olmak çocuğu eşcinsel diye evlatlıktan reddetmek değil..

Yine Sevgili Elif Şafak’ın sözleriyle bitirmek istiyorum yazımı.. “Baba var, sadece ismi baba. Bir gölgeden ibaret. Baba var otoriteyi ve saygıyı görmeyi her şeyden fazla seviyor. Güce tapıyor. Baba var; oğluyla beraber yürüyor hayatın patikalarında; değişmeyi, dönüşmeyi biliyor, su gibi akışkan, yüreği arz kadar geniş.
Baba var, hiç sevmemiş aslında. Baba var, yüreği uçsuz bucaksız bir derya…”


Sevgilerimle
Rojda

Hiç yorum yok: