30 Ağustos 2011 Salı

Özür Dilemek ..



Dostluklar, atılan kazıklar, tutulmayan sözler, ağızdan çıkan ama pişman olunan kelimeler… Hepsi birer özür gerektiren davranışlar aslında. Fakat hiç kimse bu özür kelimesini kendi anlamında kullanarak karşı tarafa iletmez. Bu da bu kelimenin sık sık kullanimina sebep olur. Her hatada “özür dilerim”, her yanlışta “özür dilerim”, hata yapim olmazsa özür dilerim, nasılsa bu insan beni özür dilersem affeder vs. Hayır! Bu kadar kolay değil özür dilemek. Özür kelimesinin anlamı hata yapmak için kullanılmaz, istemeden oluşan hatalarda devreye girer. Haklıyken neden özür dileyesin ki, haksızlar elini kolunu sallaya sallaya gezerken?... Anlamı ne demek özür dilemenin bilen var mı?

Özür dilemek bir kereye mahsustur benim bildiğim. Eğer sık sık özür dileniyorsa yanlışlarını kendinde aramalı insan. Her insan aslında yanlışı da doğruyu da kendinde aramalı o farklı bir konu. Ama özür dilenecek kadar hata yapıyorsan dönüp aynaya bakmayıda bileceksin. Paşa paşa özür dileyeceksin dostum! Ama gel gör ki etrafımızda böyle insanları samanlıkta iğne arar gibi arar olduk. Erdemli bir davranış olan özürü erdemsiz halde getirdik. Ne acı! Ağıza kolay gelen cümleleri davranışlarımıza yansıtmak kadar acı bir şey yok. “ Bir daha olmaz dostum, affet” demektir özur dilemek ve onu bird aha gerçekten yapmamaktır asil olan. Fakat biz hata yapa yapa özür kelimesinin anlamınıda yitirir olduk…

Ben kolay kolay özür dilemeyen bir insanım. Haklıykende özür dilemek zorunda kaldığım zamanlar olmuştur çünkü. Neden haklıysam özür dileyeyim? Neden haksız taraf haksızlığını bir türlü kabullenemez?Onun hatasını da mı ben üstlenmek zorundayım?Hayır!İnsanlar erdemlerinin farkına varana kadar konuşmamalı.Bu kadar kendinden korkarak aynalara bakamayarak yaşamak zorunda olmamalı.Onun özür dilemesi onun gözümde değerinin yükselmesi demek.Neden dost isem o insanı onu düşüreyim?Hatalar yapılır, hatasız değiliz tabiki.Şans verilir bu şans özürle telafi edilir.Günümüzün acı gerçekleri maalesef.Hayatımdan örnek vermiş olursam,çok basitsebeplerle insanlar muhataplarını kesiyorlar artık. O yüzdenn kolayca özür dilemem.İsterse karşımdaki babam olsun,asla!Çok büyük hatalar yapanlar affedilirken,bir sözle istemeden kıran insanlar affedilmiyor.Sözün büyüklüğü tabikide önemli fakat kırılmakta,sevmekte,nefret etmekte bizim elimizde.İnsanlar kırılarak özür diletmekten zevk alır hale geldiler artık. Özür diledikçe egoları tavan yapan kişiliklere dönüştüler. Halbuki eskiden böyle miydi? Özür diledikçe karşımızdaki insanın gözünde değerimiz artardı. “ Bu çocuk adam olacak” derlerdi her özrümüzde… Şimdilerde ise insanlar egolarını tavan yaptıran bir alete dönüştürdüler özür dilemeyi. Yazık! Gerçek ve acı bir şekilde yazık.

Özür dilemek, bir şeref,
Özür dilemek, bir erdem,
Özür dilemek, yepyeni bir hayat gibi,
Özür dilemek, hatamıza yeni bir şans vermek,
Özür dilemek, adam olabilmek
Özür dilemek, karşımızdaki insanları sevmek,
Hayatı sevmek, çiçekleri, varlıkları, yaradılanı sevmek..
Özür dilemek, kişiliğini aynada görmek demektir!..

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Baba Olmak ...

Her yiğidin harcı değildir baba olmak. Her yürek, her beden taşıyamaz o vasfı. Tıpkı aşk gibi, yüreğin yoksa aşkı taşıyamazsın… Babalıkta bir çeşit aşk! Çocuklarına aşık olmak, onlar için yaşamak, hayatını onlara feda etmek! Beklide bir sürü şey vardır da aklıma gelemeyecek kadar çok derin bir varlık babalık. Çocukların bir yerlere gelsin diye hırpalanmak, gecesini gündüzüne katmadan çalışmak… Evet, baba hakkı ödenmez fakat eğer bir “ baba ” ise ödenmez. Kitabı yoktur babalığın, okuyup öğrenemezsin. Doğuştan da olmaz, böyle bir karakter yok. Peki nedir bu baba olmak? Nasıl bir şey ki, herkes yapamıyor, taşıyamıyor?

Sevgili Elif Şafak çok güzel anlamış baba olmayı. ‘‘ Babalık tek bir günde edinilen bir paye değil. İnsanın bebeği olur olmaz kazandığı bir unvan değil. Baba olmak, öğrenmesi belki de bir ömür boyu süren bir hayat dersi aslında. Yürümekle aşınmayan hem engeli hem dallı budaklı bir uzun yol…’’

Nasılda güzel anlatmış Elif Şafak baba olmayı. Okuyarak da anlaşılmaz babalık. İçinde olacak baba sevgisi. Çocuk aşkı gerek. Kimisi diyor ki, ‘ ben babamdan sevgi görmedim ki babalık yapayım’, bu nasıl bir cümledir hiç anlamam. Babalık duygusunu tatmamışsan işte o zaman daha iyi anlarsın bir baba nasıl olur. Ne yapar, nasıl davranır? Nice gençler babasız büyüyor, niceleri ‘babam varda ne oluyor’, diyor. Yazık değil mi? Bir çocuğun kendi kendini yetiştirmesi ne demek? Kimden yol görecek, kimden yardım isteyecek? Anlamıyorum… Bu kadar mı zor baba olmak, anlamıyorum. Babalar soruyor mu bize dünyaya gelirken? Peki o zaman neden babamız var ve biz hala yalnızız? İşte sorun yine en başa dönüyor; baba olmak herkesin taşıyabileceği güç değil. Varsın olmasın taşıyamıyorsa. Hele bazı insanlar var ki, ne babalığı hak ediyor ne de koca olmayı. Acınası halde insanlar, acınası halde ülkemiz. Bir şey diyemiyorum!

Şimdi bir hikaye anlatayım;

Babalık, annelikten daha geç başlıyor. Anne, daha henüz karnındayken hissediyor bebeği, sevmeye başlıyor… Hatta daha rahme bile düşmeden, bebeğin fikrini, idealini, soyut halini seviyor belki de. Günbegün büyüyor sevgisi. Cisimleşiyor, kristalleşiyor. Annelik de bir nevi öğrencilik, ama mayası ve kimyası itibariyle babalığınkinden çok farklı. Baba olmak bebek doğduktan sonra başlıyor, önce değil. Göz teması lazım muhakkak. Ama o da yeterli değil. Ne zamanki bebek dilleniyor, ayaklanıyor, bebeklikten çıkıp çocuk oluyor, baba daha iyi iletişim kurmaya başlıyor.
Geçiyor yıllar. Buluğ çağı geldiğinde baba ilk büyük sınavını veriyor. Oğlan çocuğunun babaya karşı açtığı ilk büyük savaş bu dönemde yaşanıyor. Daha önce su yüzüne çıkan küçük küçük sürtüşmeler ve babaya duyulan o büyük hayranlık bir kenara, şimdi oğlan çocuğu daha varoluşsal kopuş yaşıyor. Şöyle bir sallanıyor babanın kayığı ama ardından yeniden dengesini buluyor. Baba oğlunun belli şekilde yetişmesini istiyor. Kendi olmak istediği gibi adam yapmaya çalışıyor onu. Olamadığı adam… Hangi bölümde okuyacağını, kimlerle arkadaşlık etmesi gerektiğini, boş zamanlarda ne yapacağını sadece bilmek değil, belirlemek istiyor. Halbuki oğlan artık olmuş bir delikanlı ve bir isyan bayrağı asmış güvertesine. Gidiyor pupa yelken, açık denizlere. Kendi denizine.
Üniversite yıllarında araları biraz açılıyor ister istemez. Oğlan başka bir şehre gidiyor okumaya. Baba, o sene ilk defa hızla yaşlanıyor. Bilmezdi oğluna bu kadar düşkün olduğunu, onu evden uğurlayana kadar. Bir boşluk hissiyle uyanıyor sabahları. Geceleri yüreğinde bir sıkışma. Halbuki duygusal bir adam değildir. Ya da öyle zannederdi bunca senedir. “Hanım ne yapar, ne eder bu oğlan oralarda?” diye soruyor zaman zaman. Cevabını beklemediği bir soru aslında. Cevaplanması gerekmeyen sorulardan, sırf sorulmuş olması önemli.
Arada bazı derslerde yaşanan birkaç aksama sayılmazsa eğer,oğlan iyi bir ortalamayla bitiriyor üniversiteyi. Mezuniyet töreninde anne ve babası gururla gülümsüyor. Çok resim çekiyorlar o gün. Oğlan arkadaşlarını ailesiyle tanıştırıyor. Anne memnun, baba memnun. Yalnız o zamana kadar akla gelmeyen bir düşünce başlıyor babanın içini kemirmeye. Oğlunun hiç kız arkadaşı yok. Var da yok gibi. Halbuki bunca sene aman yanlış kıza aşık olur, yoldan çıkar diye endişe eden kendisiydi. Oğlunun hemen hemen hiçbir zaman karşı cinsle yakınlaşmasını istemeyen gene kendisiydi. Ama mademki okul bitti üniversite geride kaldı, şimdi birdenbire algıları değişti.Artık istiyor ki oğlunun yanında iyi bir kız arkadaş olsun, hani şöyle mazbut bir aileden mütevazi güvenilir bir kız.
Zaman hızla geçiyor. Oğlan iş hayatına atılmış. Tam bir işkolik. Deli gibi çalışıyor. Babanın kendini en aciz hissettiği dönem başlıyor. Öyle bir hayat kurdu ki oğlu kendisine, değil müdahale etmek, kuralları anlayamıyor, köşelerini kavrayamıyor. İlk defa kendi kendisine sormaya başlıyor. Nasıl bir insan acaba oğlu? Nasıl biri? Ve baba, ancak o zaman anlıyor ki, aslında kendi oğlunu ne kadar az tanıyor. Neler okuyor, neler izliyor, bilgisayar karşısında kimlerle yazışıyor… Hiçbir şey bilmiyor ki. Oğlu tam bir muamma. Üniversitenin ilk yıllarında oturup konuşurlardı. Okudukları kitapları paylaşırlardı, farklı farklı görüşlerden filozofları sevmekle beraber, gene de bir ortak zemin vardı ama şimdi o da kalmadı sanki. Baba ilk defa oğlunu yakından tanıma gereği duyuyor.
Daha çok telefon açıyor. Sabah akşam olmadık saatlerde cepten yakalıyor. Oğlan babasının bu ani ilgisi karşısında evvela biraz bocalıyor. “Bugün ne yaptın?2 diye soruyor babası. Halbuki oğlan gelmiş 32 yaşına. Çocuk değil ki hesap versin. Hem neyi ne kadar anlatabilir ki? Tuhaftır, başka ailelerde anneler baskı kurar “Oğlum hadi evlen, torun ver bize” diye. Burada anne bu tür talepleri tekrarlıyor ama esas babaya bir haller oldu. Bilmek istiyor. Oğlunun hayatında olmak istiyor. Bir an evvel evlenmesi bile sanki o kadar önemli değil.
Oğlan bunu babasının ölüm korkusuna bağlıyor. Zaman zaman gittiği terapistine anlatıyor. “Babam çok değişti, sabah akşam yokluyor beni. Aramadığımda sitem ediyor hep. Çocuk gibi oldu”.
Terapist soruyor. “Belki seni daha iyi tanımak istiyordur?”
Acıyla gülümsüyor o zaman genç adam. “Tanımak istemek demek yüreğini önyargısızca o insana açmak demek. Yoksa bunun adı görmek istediğini görmektir. Babamın beni hakikaten tanımak istediğini hiç sanmam”.
Kapanmayan bir gedik var baba oğul arasında. Ne zaman böyle oldu, açıldı bu mesafe? Ve neden şimdi bir köprü kuramıyorlar bu boşluğun üstüne?
36 yaşında genç adam. Babasının karşısına çıkmaya cesaret ediyor hayatında ilk defa. Ona açacak kendini. Saklamayacak. “Baba” diyor, “sana bir şey söylemem lazım. Seni üzmekten, vereceğin tepkiden çekindiğim için bunca zaman kendime sakladım. Ama artık böyle saklanarak yaşamak istemiyorum. Beni olduğum gibi görmeni istiyorum. Beni bu şekilde sevebilecek misin baba, merak ediyorum. Çünkü ben seni olduğun gibi seviyorum”.
Yaşlı adam bakıyor oğluna. Yüzünde endişeli bir bekleyiş. Duymak istediğinden emin değil ama susturmaya, durdurmaya gücü yok.
“Baba ben eşcinselim…”

Babalık tek bir günde elde edilen bir paye değil diyor Elif Şafak. Gerçekten de öyle. Öğrenilmesi bebeğinin doğuşuyla başlar ve onunla birlikte katedeceği yollardan geçer baba. Çocuğunu kendisi gibi yapmak ister. Adam olsun, okusun der emek verir ama demek ki yeterli emek vermezmiş bunu anladım ben bu hikayeden. Çocuğuna sıkı sıkıya sarılıp ilgilenseydi o çocuk belki böyle olmazdı. Sonradan aklı başına geliyor babaların… Çocuklar nasılsa büyüdü artık diye ilgilenmeye başlıyorlar ama asıl ihtiyaçları oldukları anda yanlarında yoklar. Hazır büyümüş çocuğa babalık yapmak o kadar kolay ki, önemli olan o çocukla birlikte büyümek.. Baba olmak budur işte. Baba olmak çocuğu eşcinsel diye evlatlıktan reddetmek değil..

Yine Sevgili Elif Şafak’ın sözleriyle bitirmek istiyorum yazımı.. “Baba var, sadece ismi baba. Bir gölgeden ibaret. Baba var otoriteyi ve saygıyı görmeyi her şeyden fazla seviyor. Güce tapıyor. Baba var; oğluyla beraber yürüyor hayatın patikalarında; değişmeyi, dönüşmeyi biliyor, su gibi akışkan, yüreği arz kadar geniş.
Baba var, hiç sevmemiş aslında. Baba var, yüreği uçsuz bucaksız bir derya…”


Sevgilerimle
Rojda

26 Ağustos 2011 Cuma

Babalar ve kızları


Bir baba gördüm geçenlerde bir bankta otururken. Bir yanında kızı, bir yanında oğlu vardı. Yanımdan geçerlerken konuşmalarına da hafifçe tanık oldum ve moralsiz halimle ilgimi çeken “baba – kız” ilişkisine hayran oldum. Oğlu yanındaydı elbette ama kızına başka türlü sarılan bir babaydı. Uzun bir süre o hayran olduğum ikiliyi izledim ve birazda olsa gözlerimden yaşlar akmadı değil… Oğlan kendini çıkartır, kıza önem vermek lazım dercesine bağlı duruyordu kızına. Öylesine güzel bir ilişkiydi ki, aşık oldum o baba kıza… Nice babalar daha görüyorum böyle çevrede. Kızıyla tavla oynayan mı dersiniz, kızıyla oturup bir kahve içerken ki muhabbetindeki doyumu mu izlersiniz, nelere şahit oluyorum. Tek hayran olduğum şey baba kız ilişkisi şu dünyada.

İlk aşk ve son aşktır bir baba kız için. Erkeğe de lazım elbette baba ama erkeğin bir kat ihtiyacı olursa kızın beş kat ihtiyacı vardır babaya. Bir kız bebeklikten gözlerini ilk açtığında gördüğü ilk erkeğe aşık olur. Onu baba diye sarmalar, kokusunu çeker. Evleneceği eşinin babası gibi olmasını ister (Tabi bu örnek babalar için geçerli). Eğer babasının sevgisi varsa başka erkek görmez gözü. Hele ki arkadaş gibi bir babaysa… Tadından yenmez bir ilişki.

Küçücükken alır onu kucağına baba. Hele kızlar, daha özeldir babaların gözünde. Hangi arkadaşıma sorsam; “babam benim tek varlığım der”, ama herkes için bu geçerli olmaz tabiki de. Sevgisini göstermeyen babalar o kadar çok ki, ama ne kadarda göstermese o kadar içten içe sever babalar kızlarını. Kızı her ne kadar bunu anlamasa da.

Benim babamda yıllardır sevgisini benden sakladı ama hep bildim ki, içten içe seviyordu beni babam. Benim için kaç kere gözyaşı döktüğünde anladım. Ben yükseldikçe kariyerimde gurur duyuyordu. Notlarım ne kadar iyi olursa o kadar keyifleniyordu. Ne söylesem umursuyordu, yer geldiğinde “baba böyle yap” dediğimde dinliyordu. Yapmasa da dinliyordu. Sevgisini saklamasının elbette zararları oldu. Bende isterdim saçlarımı okşamasını, yanağımdan öpmesini uyurken. En çok ihtiyacım olduğu an yanımda olmasını elbette istedim ama olmadı. Olmadı diye ben kötü bir kız da olmadım. Hiçbir zaman yüzünü kızartacak bir şey yapmadım. Duysa gurur duyardı belki. Ufak tefek elbet hatalarım oldu ama o kadar büyük hatalar değildi. Sözünden çıkmadım mesela hiç babamın, çoğu zaman uzakta olmasına rağmen… Babasız kızlar yarım bir insan olurlar ya, ben hiçbir zaman kendimi yarım göstermedim. Tamdım, ayaktaydım ve babamı yanımda hissettim. Özledim çoğu zaman, ağladım belki de… Ama babam benim babamdı ve güçlüydü. Tıpkı benim gibi.

Evet baba. Ben hep seni sevdim. "Babam bir tane" dedim ve gerçekten öyleydi hala da öyle. Hep ayrıydın, hep bir köşemdeydin sen. Ayrı ve özeldin. Her ne kadar konuşamasak da, dertleşemesek de içimdeydin.

Babalara sesleniyorum. Eğer bir kız babasından ilgi görmüyorsa dışarıdaki erkeklerde arar o ilgiyi. Kızlarınızı sevin. Bilin ki sizin sevginizi hisseder ve görürse kendine o kadar güveni gelir. Ne kadar iltifat ederseniz o kadar güzelleşirler. Ne kadar yanında olursanız o kadar boşluğa düşüp başkalarında aramazlar sevgiyi. Kızlarınızı sevin! Öpün her gece uyurken .. Kaç yaşında olurlarsa olsunlar, onlar sizin özeliniz ve sizin kızlarınız.

Tüm babalık eden babaların ellerinden öperim. 

Aşkta neden kaçan kovalanır?


Sevdiğimiz insanı severken, değerli gördüğümüz, incitemediğimiz, gözümüzden sakındığımız sevgilimizi; ayrılınca neden hor görür, değersizleştiririz? Ya da ayrıldıktan sonra hala onu neden kıskanırız? Hele ki hayatımızda başka biri varsa…

Aşkta da edebiyle ayrılmak gerekir, çünkü aşk birlikteliğiyle de, ayrılışıyla da kutsaldır… Asildir… Saf ve temizdir. Aşkı önemsiz görmek, yüreğini önemsiz görmektir. Aşkı önemsiz görmek, bir yüreğinin bile olmaması; mucize eseri yaşadığının kanıtı demektir. Hani der ya bazı insanlar “ciddi düşünmüyorum bu kızla”, muhabbetiyle… Aslında sen aşkın yüceliğini görmüyorsun, aşkı da düşüncen gibi basit ve sıradan görüyorsun. Bir nevi aşkı da kirletiyor ve laflarınla değersizleştiriyorsun. Ama bitirdiğinde de ilişkini o ciddi düşünmediğin insandan vazgeçemiyorsun. O kaçtıkça sen kovalıyorsun. Neden? Nesin sen? Kimsin ki aşkı bu kadar alçaltabiliyorsun. Sen aşkın her halini yaşadın mı? Sen aşkı yaşayacak yüreğe sahip oldun mu? Olma bence… Aşkın yanından bile geçme. Aşk bile utanır senin geçtiğin sokaklardan geçerken. “Benim adımı ağzına bile anma” der yüzüne baktıkça utanır. Aşka, bu denli hakaret edemezsin, böyle davranarak aşkı küçültemezsin. Sen küçülür, ömür boyu “aşksız” kalırsın!

Aşk kutsal bir varlık. Aşk bir son bulma çeşidi, aşk benliğinden öte... Kaçtıkça yakalandığımız ve içine düşünce çıkmazımdır aşk! Var ya da yok, ama bir hayalettir aşk. Kutsal bir hayalet. Yaşamadan bilemezsin… “Aşk diye bir şey yok” der inanmazsın. Halbuki, bir uğradığı zaman yüreğinde; bir kez yerleştirirse kendini oraya, çıksa da izi kalır!

Neden hala karmaşıklığın içindeyiz peki? Neden hala onu kovalıyoruz? Ya da yakaladık diyelim; neden eskisi gibi olamıyor, adını koyamıyoruz… Biten bir ilişkiden, sönen bir aşktan hala umutluyuz. O ciddi düşünmediğimiz aşktan, umutluyuz. Peki eski duyguların kaldı mı ona karşı? Hayır! Aşkta neden kaçan kovalanır? Egodan, elde edilmeyen, yasak olan şeylerin cazipliğinden… Yoksa başka ne kaldı ki? Duyguların bitti, yok ettin… Parçaladın ellerinle kalbini de aşkını da. Yoksa kimse onun gibi sevemedi mi? Kaçtıkça senin kovalaman bu yüzden miydi? Ya da kimse onun yerini mi tutamadı? Yazık… Aşka yazık oldu sana değil dostum. Sen zaten acınası haldesin… Baksana aşkı ne hale getirdin. Kırdın, parçaladın, başkalarıyla aldattın aşkı. Oysaki kaçan, seni gerçekten sevdiği için kaçtı. Seni gördükçe, aşka olan ihanetine tanık oldukça kahrolmaması için gitti. Bir gün dönersen eğer, yeniden başlayabilmesi için kendini feda etti de gitti. Şimdi bir düşün, kalan mıdır terk eden yoksa giden mi? Yoksa kaçan mıdır aşkı sana yakıştıran ya da kovalayan mı? Sen karar ver! 

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Canım Karadeniz'in güzellikleri

Karadenize küçüklüğümden beri sempatim vardı. Sadece karadeniz değil insanı da bir başkadır. Bir tarafımın Karadenizli olması da bu durumu daha çok etkilemedi desem yalan olur. Çocukluğumun çoğu Trabzon'da geçti ve bu sayede geleneklerini öğrenmemek büyük cahillik olurdu sanırım. Her bir geleneği insanı şaşırtan ve doğasıyla, havasıyla insanın aklını başından alan Trabzondan bahsetmek ve sizlerle paylaşmak istiyorum..


Değişik tat ve lezzeti olan Karadeniz yemeklerinin başında " Hamsi" yer alıyor.Geleneksel yöre mutfağı hamsiden yapılan yemeklerin çoğunlukta olduğu bir mutfaktır. Karadeniz'de hamsinin kültürel bir önemi vardır. Ayrıca dünyada ilk kez adına türkü yazılan balık türüdür


Bambaşka bir özelliğe sahip olan " Vakfıkebir Ekmeği" ise Trabzon ilinin Vakfıkebir ilçesine ait bir ekmektir. Her sene Vakfıkebir Ekmeği festivalleri yapılır ayrıca. Değişmeyen ve bayatlamayan, her daim taze kalan ve büyüklüğü bakımından farklı olan vakfıkebir ekmeği, dışardan karadenizi ziyarete gelen ziyaretçiler tarafından yoğun ilgi görmektedir.


Akçaabat ilçesinin deişik bir lezzet türü var sırada; akçaabat köftesi. Hazırlanışı itibariyle farklı bir lezzet sunan Akçaabat köftesinin mahalli yemekler arasında özel bir yeri vardır.


Yine farklı bir tadı ve lezzeti olan Trabzon'a özgü olan Trabzon Pidesi, herkes tarafından ilgi çekmektedir. Kıymalı ve peynirlisi yapılan ünlü Trabzon Pidesi özellikle kış aylarında hafta sonu kahvaltılarının değişmeyen yiyeceği arasındadır.


Saymakla bitmeyen Karadeniz'in gelenekleri, günümüzde diğer yöreler tarafından da ilgi çekmektedir. Kadınların doğumunda ilginç ve farklı gelenekleriyle ortaya çıkan Karadenizde , hamile kadına ağır yük taşıttırılmaz, doğum yapan geline hediyeler alınır, komşuları yemek getirir, çocuğun kundağına para konur, altın takılır, iki lohusa kadın basmasın diye kırkı çıkana kadar birbirini ziyaret etmez. Mevlit okutulur, dualar edilir çocuğun da annenin de sağlık ve sıhhati temennisinde bulunulur. Biraz da erkek çocuğu oldu mu sevinç daha fazla olurdu...


Sünnetleri ise tıpkı düğünler gibi şen, şakrak ve eğlencenin tavana vurduğu zamanlar gibi olur. Çalgılı sünnet törenleri olabildiği gibi mevlitli sünnet törenleri de yapılmaktadır. Sünnet öncesi çocuklar gezdirilerek gönülleri hoş edilir, sünnet sonrası aile yakınları konu komşu çocuklara para, altın veya çeşitli hediyeler verilir.


Gelelim düğünlerine.. En çok farklılıklarını düğünlerde gösteren Karadenizliler, yine farklarını ortaya koymuşlardır. Çoğu zaman gençler birbirini ya düğünde, ya yaylada, ya bir şenlikte ya da çarşı pazarda görür ve "gönlüne düşürür". Aile büyükleri devreye giren yengeler görücü olur. Kız da, oğlan da beğenilme aşamasında birbirini tanımaya çalışır. Ama en son söz aile büyüklerinindir. Kararı aile meclisi toplanır verir. Ama ailenin "rıza"sı kimi zaman tam değildir. Karar olumsuzdur. Birbirlerini seviyorsa gençler, ortaya bölgemizde halen geçerli olan "kız kaçırma" olayı çıkar. Evlenecek olan gençler birbirlerini ne kadar sevse de son sözü aile büyükleri söyler. Kız istemek için ailenin büyükleri, annesi, babası, ağabeyi, ablası, akrabalarından amcası, dayısı veya bir başka büyüğü kızın evine gider. Ön konuşmalar ve genel sohbetlerden sonra laf bir şekilde esas konuya getirilir ve kızın ailesinden "Allah'ın emri peygamberin kavli ile kızınızı oğlumuza istiyoruz" denir. Kız tarafı da hemen tamam demez. "Nasipse, kısmetse, bakalım bir düşünüp karar verelim" deyip, işi ağırdan alarak kendini "naza çeker". Erkek tarafı "he, tamam, olur" cevabını alabilmek için kız tarafının kapısını biraz aşındırmak zorunda kalır. Kız tarafı sonunda razı olunca "söz kesilir." Bir küçük bahşiş sonunda kızın nüfus kağıdı ailenin o andaki en büyüğüne işlemeli mendile veya özenle hazırlanmış bir zarfın içene koyularak verilir. Hayırlısı olsun temennisiyle kız tarafının ikramlar yendikten sonra evden ayrılınır. Söz kesme olayından sonra sıra "nişan"a gelmiştir. Nişanda kız ve erkek tarafı karşılıklı olarak birbirlerine gelin ve damat adayına hediyeler alır. Bu arada düğün tarihi için karar verilir. Yeni evlilere alınacak eşyanın kim tarafından ne alınacağına karar verilir. Düğün zamanı gelince "ağırlık görme" ye gidilir.
Cuma günü, kızın çeyizi oğlan evine götürülerek yerleştirilir. Komşular düğüne davet edilir. Cumartesi gününün gecesi kız evinde yapılan ve sabaha yakın sona eren şenliğe ise "kına gecesi" denir. Eskiden kına gecesi Çarşamba günü akşamı yapılır, Perşembe günü, düğün olur. Cuma günü de "Cumalık" yapılırdı. Kına gecesi, kadınlar ve genç kızlar gelin evine toplanmaya başlarlar. Bu gecede, kadınlar ve genç kızlar gelin evine toplanmaya başlarlar. Çeşitli çalgılar çalınmak ve oyunlar oynanmak suretiyle eğlenilir ve kız ağlatılır. Gelini ağlatmak için kızlar maniler, türküler ve ilahiler söylerler.
Düğün günü (Perşembe veya Pazar) erkek tarafı kalabalık bir grup halinde öğleye doğru, tabanca - tüfek ata ata, yaya ve atlı olarak gelin evine gidilir. Hemen kızı alıp dönmek isterler. Ancak kız tarafı misafirlere yemek ikram ederler. Yemekten sonra, kızın bir erkek kardeşi, o da yoksa dayısı, erkek tarafından bahşiş alır ve kızı ata bindirilir. Yine silah atıla atıla erkek evine doğru yollanılır. Eve varıldığı zaman kız attan indirilerek evin içine alınır. Daha sonra erkekler ve kadınlar ayrı ayrı yerlerde düğüne devam ettirirler. Düğün şenliklerinde horon tepmek vazgeçilmez bir adettir. Akşam olunca gelin ve güvey yan yana durdurularak her ikisine de şerbet ikram edilir. Daha sonra köyün hocası getirilerek dini nikahları kıyılır. Gelin evinden en son kızın çok yakını olan iki kadın ayrılınca düğün bitmiş olur.
Ertesi gün ise Cumalık yapılır. Kadınlar çeşitli oyunlar oynarlar ve geline hediyeler verirler. Düğünden bir hafta sonra ise, erkek tarafı kız evine "yedi" ye gider. Damat büyüklerin elini öper, sini ve sofraya davet edilir. Sofrada önüne, üstü kapalı üç tabak koyulur, birinde yumurta, birinde sütlaç ve birinde de su vardır. Damattan yumurtayı bulması beklenir. Geç saate kadar kızın babasının evinde kalınıp, güzelce ağırlandıktan sonra geriye dönülür. Günümüzde bu adetlerin büyük bir kısmı "salon düğünleri" nedeniyle yaşatılmaz olmakla birlikte, köylerimizde geleneksel düğün törenlerine rastlamaktayız.

Hayatın en gerçek ve acı olan anı olan ölümler Karadenizde yine farklı yaşanır. Bunlara bende orada yaşamış biri olarak şahit olmaktayım. Ölümler belediyelerce anonsla duyurulur ve cenaze namazları tarihleri verilir. Düğünler kadar da ölümler de hayatın bir parçasıdır. Sevinçte bir olan halkımız hüzünde de beraberdir. Mahalle veya köy camiinde selalar okunur. Kent merkezinde belediye hoparlöründen ilan yapılır. Ölen kişinin ailesinin kimliği tanıtılır. Ölü evine akşamdan taziyeye gidilir. Evde sabaha kadar ölünün yakınları ile birlikte oturulur. Sabahleyin defin hazırlıkları başlar. Bu arada civar komşular ölü evine yiyecek getirir. Üzüntülü olan aile bireylerine katkıda bulunulur. Cenaze eş, dost ve komşular tarafından kaldırıldıktan sonra evde Kur'an-ı Kerim okutulur. Başsağlığı dilekleri kabul edilir. Kırk mevlidi, ölünün kırkıncı gününde yapılır. Mezarlar bakımlı ve düzgün tutulmaya çalışılır. Bilhassa dini bayramlarda olmak üzere mezarlar sık sık ziyaret edilerek dualar, Kur'an-ı Kerim okunur.

Ve Karadenizin vazgeçilmezi olan oyun havaları. Her yörenin ki farklı olmasına karşın, bir arada tutup dünyaca ünlü olan horunuyla bir numaradır.

En baş oyunlarından olan Horon; Hareketli,kıvrak,canlı bir oyun olan horonda insan vücudunun tüm organları hareket eder. Kemençe eşliğinde oynanır ve denizin dalgasını,yağmurun yağışını,doğa ile mücadeleyi sembolize eder. Her ilçeye ait farklı horon çeşitleriyle bir bütün olarak oynanır.

Canım Karadeniz Neleri İle Ünlü ?Sümela Manastırı, Atatürk Köşkü, Uzungöl, Zağanos Köprüsü, Hamsiköy Sütlacı, Kadırga Yaylası, Trabzon Bileziği, Akçaabat Köftesi, Boztepe, Beton Helva ve Vakfıkebir Odun Ekmeği, Ayasofya Müzesi, Horon, Kisarna ( Bengisu ) Madensuyu, Sultan Murat Yaylası, Kızlar Manastırı.
Gitmeyenlerin ve Karadenizi görmeyenlerin merak ettiği ne varsa hepsini paylaştım dostlar. Gitmeyenlerin en acilen gitmeleri tavsiye edilir :)

Sevgilerimle.

21 Ağustos 2011 Pazar

Yazmak ..

Yazmak..
Anlatılması zor güzel bir duygu .. İnsanı depresyonadan söküp alan ve kendini süper ihssettiren güven veren duygu. Milliyet Blog'a yazar olduğumdan bu yana o kadar çok yazıyor ve kendimi geliştiriyorum ki, yazdıklarımın bebeğilmesi benim değil sizilerin gurur oluyor aslında. Yazmak cesarettir. Kendinizle olan yüzleşmedir.. Kendiyle yüzleşemeyen insanlar yazamazlar .. Yazın ! Ne olursa olsun yazın .. Birilerinin okuması lazım değil, kendinize yazın . İnanın o sıkıntınız depresyonunuz üzerinizden yok olacaktır ani bir şekilde .. Cesaretinizi toplayın ve güvenin kaleminize..
Banada yazabilirsiniz, her türlü yardımcı olur dertleşebiliriz

rojda002@yahoo.com.tr mail adresim

Başlığınıza bloggerden  yazarsanız parantez içinde mailinizi okuyabilirim ..

Sevgilerimle
Rojda

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Dün gibi aklımda 12 sene öncesi

17 Ağustos 1999... Daha 9 yaşındaydım ve küçücük yüreğimle yaşanan her şeye tanık olmuştum. Annemin " çocuklarım " feryadına korkuyla uyanmıştık. 45 saniye olan deprem 45 dakika gibi bir türlü dinmemişti. Dinmediği gibi gökyüzü kıpkırmızı ve ışıklar içerisindeydi yıldızların yansımasıyla. Tam bir felaket haberiydi o gün. Kıyametin en büyük habercisiydi belki de. O depremde nasıl korktuysak kimbilir kıyamet nasıl olacaktı.. Merkez üzeri Tuzla olduğunu öğrenebildik sadece çektiği kadarıyla radyonun. Telefonlar tam bir muammaydı zaten. Biz iyiydik ama ya diğer insanlar?... Birilerinin canının kesinlikle yandığını biliyordum. O yaşta çocuk halimle şaşkın olsamda her şeyi görebiliyordum titreyen ellerimle. " Adapazarı yerle bir " radyonun anonsunu duyunca hepimizin başından aşağıya kaynar su dökülmüşcesine donup kaldığımız anı hatırlıyorum. Anında Adapazarı'na gitmiştik 2 saatte. Yollar perişan çatlamış ve geri döndürüyorlardı. Adapazarı'na vardığımızda bizim gerçekten daha iyi durumda olduğumuzu daha iyi anlamıştım. Bir tek bina ayakta kalmamıştı ve dayım ile teyzemi enkaz altından kurtarmıştık. O yüreğimle olanlara şahit oldum ve hayatın aslında o kadar ucuz olmadığını anladım... İstanbul'da Avcılar ilçesinin çok sayıdaki yıkımları oldu. 2 sene boyunca o yıkık binayı tamamen yıkıp tekrar yapmadılar maalesef. Biz her o caddeden geçtiğimizde o acıyı yaşamak zorunda kalmıştık. Kötü günler geçirdik evet , bu günlerin ardından 12 sene geçti.
12 sene geçmesine rağmen hala depreme hazırlıklı mıyız diye sorsalar, cevabımız kesinlikle hayır.. Ekranların o kadar söylemesine rağmen, Profesörlerin uyarılarına rağmen Türkiye'de hiçbirimiz depreme hazırlıklı değiliz. Bu dünyayı tozpembe gören insanlarınız ne yazık ki. Arada sırada bile ufak bir sarsıntı olsa annemin yüreği hala ağzına gelir. Bizim ise korkularımız ... İnşaat sektörü gelişmiş olarak görünse de Türkiye'de , hala bir şeyin çalındığını, ufak bir depremde çatırdamaların olduğu ve bir çok binanın deprem olmadığı halde kendiliğinden yıkıldığını görmekteyiz. Elbette yeni binalara geçiş yaptık, yeni evler aldık ama parası olanlar bu durumu değerlendirdi. Hala gecekondularda oturan insanlarımız, ailelerimiz var. Bu insanlar ne durumdalar? Hazırlıklılar mı depreme ? Tabi ki hayır. Bir kısım bölgelerimiz her ne kadar gelişmiş görünüyorsa bile yeni yapılan binaların ne kadarı depreme dayanıklı? Bunu kontrol ediyorlar mı? Meçhul..
Deprem sigortası zorunlu hale getirildi. Peki ama bu kadar önemli mi deprem sigortası? Enkaz altında öldükten sonra ne işe yarayacak o deprem sigortası? ... Türkiye'nin içler acısı durumu ortada.Ne yazık ki ülke olarak deprem konusunda bir yol katedemedik. Bence ülkenin en baştaki sorunlarından biri olarak ele alınmalı ve bunun için belediyelerce çürük binaların tespitleri yapılıp onarımlar için çalışmalara başlanmalı. Her birimiz sorun kendi kendine. Deprem olsa şuan hazırlıklı mıyız? Deprem anında ne yapmalı? Nasıl kendini dışarıya atmalı?
Geçen günlerdeki 5 noktalık bir sarsıntıda İstanbul sallandığında karşı komşumuzun asansör kullandığını gördüm. Acaba bu doğru bir durum mu? Bence deprem hakkında insanlar bilinçlendirilmeli öncelikle. Binaların sağlamlığı ise aşikar bir durum. Deprem öldürmez bina öldürür. Deprem, dünyada olağan bir şey çünkü. Dünyanın değişmeyen dengelerinden olan bir doğal afet. Ama biz tedbirimizi almazsak nice 17 ağustoslar daha yaşarız.

19 Ağustos 2011 Cuma

Öğrendim ki .. ( 19.08.2011 tarihli yazım )

Son günlerin hüzünlü hali .. Hüzünleri sevmezdim ben. Ama bazen bünyede gerekli demek ki.. İnsanın başını taşlara vurduğu ve kendine getirdiği zamanlar olur ve hüzün girer araya seni toparlaması için. Bilemiyorum belirsiz bir hayat ve monotonluk başladı öyle gidiyor yaşamımda. Gitsin !.. Değişmiyor madem hayat da , insanlarda ; böyle gitsin. Hayatta zaten ne farklı ki ? Her şey düz bir çizgide ilerliyor.. Sağa sola sapmadan yaş geçiyor , gençlik gidiyor ..
Biliyor musunuz? Artık ne hayatta, ne dünyada, ne arkadaşlıkta ne de mesleki kariyerde gözüm var. İnsan başlı başına benliği her şeye yetiyormuş.. Son günlerde bunu anladım. Kimsenin sana faydası yok ki .. Ya da kimse olmasa bile sen hayata devam edebiliyorsun. Bilgisayar, telefon kullanmıyorsun ve benliğinle, kendinle yaşayabiliyorsun. Çok da mutlu oluyorsun bunu öğrendim. Bu yüzden kim küsmüş, kim konuşmuyormuş, kim arayıp sormuyormuş, kim beni silmiş artık hiç umrumda değil ! beni seven her ortamda sevebiliyormuş..

Yalnızlık benim tek dostum, canım, her şeyim, candan ötemdi ve hala öyle. Hiçbir zaman korkmadım ve bana hep sevgiyle yaklaştı . Dostlukların asıl yüzlerini gösterdi. Ne yapmam gerektiğini ve nasıl değişmem davranmam gerektiğini söyledi. Bir süre onu dinledim ve ilaç gibi geldi. Artık inandığım şeyler farklı ..
Hayatımın merkezine dostluğu , kariyeri , arkadaşlığı yada başka bir şeyi koymuyorum . KENDİmi koyuorum ve önemsiyorum.
Artık herkese cevap vermek zorunda da değilim.. İnsanlar ne istiyorlarsa ona inanabilirler. Tıpkı benim KENDİme inandığım gibi ..
Söyleyeceğim ve anlatacağım çok hikaye var .. Bitmedi ! Tokat gibi gelecek herkesin üzerine kelimelerim .. Bekleyin !..

10 Ağustos 2011 Çarşamba

İnsan, evlilik, boşanma hakkında düşüncelerim

İnsanlar , yakın ilişkiler, arkadaşlık ilişkileri, aile ilişkileri ve kendi ile olan ilişkileri olup karakteristik olarak ayrılırlar. Her birinde farklı karakterler çıkar ve içlerinde en doğrusu olan kendi ile olan ilişkileri olur. İnsanlar bir tek kendilerine yalan söylemezler, istese de söyleyemezler. Kandırırlar kendilerini ve bir süre sonra ortaya sonucu kötü olarak çıkar. Bekarlıkta, kız arkadaşı varken, sözlülükte, nişanlılıkta ve evlilikte aşama aşama yol katederler. Ya maske takarlar ya da bu aşamalarda ciddi bir değişime uğrarlar. Boşanmaların sık olduğumu bir dönemde olduğumuz çok doğru. Neden seven insanlar boşansın ki ? " Bir zamanlar benim sevdiğim adam bu değildi ! " diyen insanlar mı yanılıyor yoksa ?
İnsanoğlunun değişim süreci vardır. Bu da, kimisini çevreden, kimisini o an olan psikolojik durumundan, kimisini de eşindeki kendisine olan ilgisizliğinden kaynaklanıyor. "Hiçbir insan mutlu yuvasından vazgeçipte başka bir yere gitmez! " cümlesi yanlış bir cümle aslında, çünkü bu insanın birazda karakter meselesi olup evine, eşine sahip çıkmasından kaynaklanıyor olabilir. Aşk bitebilir, sevgi bitebilir ama bir insan aldatmamalı diye düşünüyorum. Bir şeyler bitmişse ona son verilmeli, ihanetle sonlandırılmamalı. Her insan sevgiyle bir dünya evine giriyor, neden oradan mutsuz çıksın ki ?... Doğru insanı seçmekle alakalı bir durum da değil bu. Karakteri sağlam olan bir insanda yapabiliyor, eşlerini aldatıp şiddet uygulayabiliyor.
Böyle bir toplumda olmamalıyız diye düşünüyorum. "Medeni" kavramı bir çok insana bulaşmış olması ümidiyle...

Sevgilerimle

9 Ağustos 2011 Salı

Beni tanımak isteyenlere ..

Kimi zaman sevilen , kimi zaman sevilmeyen ama çoğunlukla sevilen görünüp bir çok düşmana sahip olan bir insanım . İnsanların egosundan, parasından, kendi yaşam tarzından kıskanıpta çekemeyenlerin listesinde bir numarayım. Neden böyleyim bende bilmiyorum.Kıskanılcak bir tarafımda yok, havamda yok bazı insanlar gibi. Halbuki, insanları severim.. Kötü olsalarda, iyi olsalarda, lez olsalarda, gay olsalarda, hayat kadını olsalarda, türk , kürt,yabancı, hristiyan, müslüman vs vs. Çünkü, insanı olduğu gibi kabul edenim . Bazen kin tutarım evet, ama bi süre sonra geçer. Bana yapılan hiçbir hatayı kabul edemem mesela. Bir kere daha şans veririm ama yine aynı hatalarsa yol veririm. Ama bazıları var ki cidden anlayamıyor değilim. Arkasından konuşur ama yüzüne gelince " bebeğim,kankam " der.. Ben böyle olmadım mesela. Kendi kabuğumda, kendi yüreğimde yoğruldum hep. Yalnızlık korkutmadı beni hiç. Çünkü zaten ölürken de yalnız öleceksin.. Hiçbir zaman kendimi beğenmedim ama kendime olan güvenim ve kendimle barışıklığım yüksekti . Hep karşıma kendi çıkarları için çıkan insanlar oldu ama ben aldırmadım.. Elimden gelenin fazlası kadar yardım ettim . Acıdım çünkü .. İnsanların o durumlarına, o halde bile " he he he yaşasın kötülük " diye içinde attığı çığlıklarla birlikte " he he he bu dünyada ben kazanıcam " deyişlerini yüreğimde duydum ve acıdım . Çünkü baştan kaybetmiş .. Ne kadar kötüler kazanır gibi görünse de , gün gelir iyilerin intikamı daha büyük olur çünkü...


Laflarla bir yere gelinmezdi o yüzden sözlere hiçbir zaman inanmadım. İnanmadığım gibi de oldu zaten. Sözler hep sözde kaldı. Yapamayacağım sözler hiç bir zaman vermedim. Söz namustur dedim ve dediğimi en olanaksız zamanda bile olsa yaptım ..


Kötü günler geçirdim tabiki .. Yalan değil, elbet isyan etmişimdir ama kafama dank edip hamdetmeyi de bilmişimdir . Her zaman çevremden örnek almışımdır. Bu yüzden atacağım adımları hep sağlam atıp, yaşadıklarımdaki dersleri de eklersek; eşiğimi hep sağlam kazığa bağlamışımdır... Sözler, tavsiyeler, nasihatlar kar etmiyordu insanlara. Bende de böyleydi . Kim ne derse, büyüklerime de hiç bir zaman uymadım . Hep " yaşayarak anlim, belki yanılıyorlardır " diye adım attım ama her zaman yaşayan insan olup beni uyaranlar haklı çıktı . Olsun ! .. bende tecrübe kazandım . Bende nasihat veya tavsiye veririm ama kuvvetli olur . Oldu da.. Kime söylediysem bir bir çıktı . Dediklerimin imkansız olduğunu düşündüklerine rağmen. Sonunda " haklıymışsın dostum " diyenleri gördükçe gururlanmadım hiç bir zaman . " Ben demiştim " demedim . Yanlarına ders olarak kaldı herkesin .. Hislerim kuvvetliydi ve sevdiklerimi uyarmakta görevimdi, bunu bildim ve ilke edindim her zaman .. Uyup uymamak onların sorunuydu!
"Kimseye değer verme " diyen annem . Aksini yaptım ama haklıydı aslında.. Değer vereceğin insanı seçmek büyük sınavdı ve zordu .. Başarmakla başaramamak arasında yıllarda kaldım . Çünkü herkesi kendim gibi sandım. Olabilirdi böyle şeyler çünkü elbet içlerinde " benim "gibi insanlar bulunurdu.


Hayallerim vardı elbet . Ünlü bir psikiyatr ya da yazar olmaktı . Allah kimseye çekemeyeceği dertler vermezmiş ya, gerçekten doğru .. Yaş ilerledikçe hayallerde değişti, fikirlerde gelişti.. Şimdilerde ise çok farklı bir yolda , farklı ve sağlam adımlarla yürümekteydim..


Duygusal bir yapıya sahiptim önceleri . Ama zamanla bu duygusal yapım neşeye ve eğlenceye vurdu kendini . Yook .. Öyle gece hayatı falan değil demek istediğim. Kendi evimde, kendi başıma yada dostlarıyla eğlenen , esprilerin havada patladığı ve gülmekten karınlarımızın ağrıdığı bir eğlenceydi benimkisi. Her girdiğim ortamda " ya sen nerden çıktın vallahi senin gibi insan yok" diyen insanların iltifatlarıyla karşılaştım ve gururlandım. Bir insanı güldürmek zordur çünkü ve bunu başarabiliyorsam ne mutlu banaydı..


Aşkta, her zaman dominant bir yapıya sahiptim. Dediğim dedik değil olay, özgürlüktü. Sıkmıcaktı beni sevdiğim adam ama aynı zamanda yanıma yakışır , oturup kalkmasını bilen ve bilgi sahibi olacak. Ukala olmayacak her şeyi biliorum havasında. Bir şey söylediğin zaman " ben bunu zaten biliyorum bak anlatim" diye devam ettirmicek muhabbeti.. Yeri geldiğinde çekingen ve saygılı olacak .. Her yerde rahat olmayacak ve kriterime uygun olacak .. Sonrası iş sevmeye bırakır kendini . Önce mantık sonra aşk diye hareket ettim aldığım derslerimin sonucu. Evet, bende yaşadım o aşkların en acısından. Hemde bir dostumun sayesinde .. Dostluğunda, aşkında ölüp bittiği yerden bende geçtim ve sayesinde böyle bir insan oldum . 


Hiçbir zaman dünyanın o zevklerini sevmedim. Cinsellik vs. Hayatın sadece onlardan olmadığını, herşeyinde para olmadığını biliyordum . Daha değerli şeylerin olduğunu düşündüm ve vardı .. Onlarda insanın kendi içinde saklıydı ..


İşte .. Rojda kimdir? Blogun sahibi kimdir? diyenlere bu yazımı okumasını öneririm .
Sevgilerimle
Rojda


Hz. Mevlana'nın sevdiği kadın olan Gevher Hatun ile mektuplaşmaları ..

Sizlerle çok özel ve bir o kadarda duygu yüklü bir şey paylaşmak istedim . İnanın okurken gözlerim yaş içinde, yazarken ayrı bir yaş içinde kaldı ..
Hz.Mevlana'nın , evleneceği kadını (Gevher Hatun) bir kere gördüğünde düğününe kadar onunla yazıştığı mektuplar ..

Önce Hz. Mevlana yazar ;

Benim Gül'üme..
Zaman geçer... İnsan geçer... Dünyada her şey geçer; zaman öyle bir zaman olur ki sevda da zamana ayak uyduramaz. Gönül sevdada geçer, gönüle yar geçer. Çok değil, sadece birazcık mevsim geçer,sıcak gelir,kış gelir;bahar geçer... Taşın yanında ağır olduğunu, ateşin ancak düştüğü yeri yaktığını yeni öğrendim. Aşk da ateş mi demektir, hani her düştüğü gönlü yakar ya ... Mevsimlerden gözyaşı değil henüz, mevsim aşk mevsimi. Ey sevdamın Gül Hatun'u , beşinci mevsimim sensin, sen sadece sen değilsin, bensin; bedensin, benimsin.


Katre katre sen kokarsın toprağa nihayet düştüğümde. Ruhumun arzu dolu meyvesi sensin. Gül. Güle gülmek yaraşır, sevdaya da gül. Hani nerde aşkın sahibi gönül? Dur, yorulma ! Sevdam sana, gülüm sevdaya. Gülü sakın verme başka sevdalara...


Bezm-i elestten beriyim sevdada, o bende vaktinden öncesinde, susma ! Konuş, haykır gülüne doyasıya sevdanı, sevdaya da ancak bülbülleşmek yaraşır. Bütün umutlar sende, bütün aşk sende, sevda sende, gül sende...

Ertesi gün Gevher Hatun'dan cevap gelir..

Cemre bakışlıma...
Bakışlarına hasret kaldım, uzak diyarlarda ruhunu soluduğum aşk-ı sevdam. Ruhuma gel, yanaş tenime ve bak usul usul, nefesini nefesim duysun. Yoksun. Sevda da yok ortalıkta. Aşk var; sevda olmasa da sevda var. Suyuna can verip damarlarımı dirilten;cansız toprağın kucağında tohumuma can veren ve sevdamı bana bağlı kılan Yaradan, ruhuma can verip sevdaya bağışladığın an bittim , yeniden doğdum da sevdamın gözlerinde dirildim. Emelimi onda buldum, sevdayı sevdanda gördüm. Taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmamacasına ezelden ebede ferman ferman yazılmış bahtsız ruhumun mücerret rüyası, gönlümün sevda-yı gülü...


Kimseler bilmez, kimseler görmez bizi. Aşka değer bir aşk mıdır beni benden alan, yoksa cihanda görülmeyen seslerin muhteşem ahengi midir kalpte yanan? Sana dair ne varsa, ben hepsini aşk bildim. Sevda bildim. Seni sen bildim de sevdayı sana bildim.


Aşka sen diye bakmadıktan sonra ben aşkı neyleyim? Seni ruhuma cemre diye damlatmadıktan sonra ben bu bedende neyleyim?


Aşk da sen, hasret de sen, ben de sen ...

Ardından tekrar Hz. Mevlana yazmaya başlar ..

Suskunluğumu seninle bozuyorum. Son nefes senin adını sürüyorum dudaklarıma, sonra kapatıyorum oruç niyetine; iftarım senin adınla oluyor yine. Aşkın adını sen koydum, bütün sevdalar kıskandı.


Aşkın yalın hali ise sadece ben. Yalın,yalnız, yapayalnız.. Sevdasız yağmur bile eski bir rüyadır. Aşkın içinde gül varsa gül tekrar filizlenir, kıpkırmızı kesilir. Sevdada gül varsa ancak o zaman bulur aşk kendi halini. Aşka dair ve sevdaya dair seni çizsem, kitap niyetine soluksuz okunur gönüllerin ulu orta yerinde. Kitabın adını sen koysam , "sevda sevda" dillenir bütün gözler.


Her şey bittiği zaman kainatta, gül ile sevda tekrar dirilir, son bir kez yeşerir son noktayı koyarcasına... Sustum. Sevda sustu, gül sustu. Sustum, sevda müptelası gül çoştukça çoştu. Aşk üç kelime ile aşk oldu; Gül ve Sevda. Sevdaya gül dahil, sevda güle müdahil. Yaşamak sadece gülce, sevdaca...


Aşkın adını hüsran koyanlar utansın, sevda tüten güllere inat. Ruhun girdaplarını gül, sevda koydum saklanıp çıkmayayım diye. Güle değen bütün sözleri kıskanırım . Sevdaya gelecek ruhları parça parça dağıtırım.


Ben sana Gül diye yazıkça, sen bana Cemrem diye yazardın. Haklısın cemrenim ben. Dördüncü cemre. Havaya, toprağa ve suya düşee cemreler. Yakar. Kavurur. Savurur. Cemre düştü toprağa gözlerden. Toprağı diriltti, canı verdi; canını yitirdi. Canını yitirse de cemreliğini kaybetmedi. Gözler önce cemreyi gönderdi, sonra kendileri de gitti. Eridiler, yok oldular.. Cemrenin kızgınlığı zamanaydı, gözlereydi, toprağaydı ve aşkaydı...


Zaman geçiyor. Ne cemre kalıyor, ne gözler kalıyor ne de toprak eski halinde kalıyor. Gönül buruksa ve vurgunsa kendi ruh halini hep koruyor, kaybetmiyor ama asi oluyor. Aşka isyan ediyor, zamana isyan ediyor , mekana isyan ediyor.


Gül, cemreye kavuşunca sevda doyuyor mutluluğa. Cemre sevdanın bir parçası, onun zerresi, onun katresi... Sevda hep güle cemreyle yalvarıyor, gül gülüyor, sevda binlerce kat daha sevdalanıyor ... Gül utanınca kırmızılaşıyor.


Sevdada isyankar bakışlar, gülde uslanmaz haykırışlar... Mesafe uzak; gönüller bir, gözler uzak; bakışlar bir .. Ayrılık girdi araya uzunca zamandır. Rüzgar , sevdayı gülden ayrı savurdu, itti bütün gücüyle gülden uzağa apayrı... Zamanda mıydı suç? Rüzgarda mı? Yok, başka kimse yok gül ve sevdaya dair...


Cemre susuz..
Cemre yarsız..
Cemre gülsüz ve sevdasız ...
"Senin Cemren"


Aşkın Gözyaşları Hz Mevlana kitabından alıntıdır .

7 Ağustos 2011 Pazar

Neil Gaiman

Have you ever been in love? Horrible isn't it? It makes you so vulnerable. It opens your chest and it opens up your heart and it means that someone can get inside you and mess you up. You build up all these defenses, you build up a whole suit of armor, so that nothing can hurt you, then one stupid person, no different from any other stupid person, wanders into your stupid life...You give them a piece of you. They didn't ask for it. They did something dumb one day, like kiss you or smile at you, and then your life isn't your own anymore. Love takes hostages. It gets inside you. It eats you out and leaves you crying in the darkness, so simple a phrase like 'maybe we should be just friends' turns into a glass splinter working its way into your heart. It hurts. Not just in the imagination. Not just in the mind. It's a soul-hurt, a real gets-inside-you-and-​rips-you-apart pain. I hate love.